Tarihçe

Hikaye-i Fasl-ı Kebîkeç

Ahmet YÜKSEL

Geçmiş zaman, bugünkü gibi capcanlı hatırımdadır; günlerden bir gün Kudret hocama varıp ötündüm; “Ey hocam efendim, nola biz de bir dergi çıkaraydık da âlimler âleminde esamemiz okunaydı, memleket irfanına dahi faydamız dokunaydı”, deyip sızlandım. Hocam dahi böyle bir arzu ile yanıp tutuşmaz mıymış? “Pek münasip olur, epey zamandır fuzuli işlerle uğraşmadıydım, neredeyse sukut-i hayalimin ayarı bozulayazdı. Ben boşa çalışmazsam rahat edemem. Aman efendim, sabahtan tezi yok derhal çıkaralım”, buyurdular.

Herkesin üzerine hayırlı sabahlar doğsun, sabahtır, erken kalkıp dergi çıkarmaya kavlettik. Lakin bu derginin adı ne olacaktı? Beher akıldan bir çok laflar döküldü. Dedim ki “Ey hocam efendim bu böyle olmayacak en iyisi mi zat-i aliniz gizliden bir peçete üzre bir isim yazınız, ben fakir dahi gizliden bir peçete üzre bir isim yazayım, affınıza mağruren, bilahare “üç” diyesi peçeteleri açalım, hele ki ne isim yazmış isek onu mütalaa edelim”, dedim. Münasip buldular, peçeteler üzre gizliden birer isim yazdık. Ben “üç” diyesi peçeteleri açtık ki hele bir de ne görelim, Alahü’l azim her iki peçete üzerinde de dana dişi gibi “KEBÎKEÇ” yazmıyor mu? Böylece kalbimize doğan elimize gelmiş oldu. Elan bu mübarek ismi hayırlayarak, uzun ömür temennileri arasında müstakbel mevkutemizin kulağına üç defa avaz eyledik. “İsmini biz verdik, ömrünü Allah versin”, dedik.

Tesmiye ile iş mi biter, bilakis başladı. Cümlemizin işi hayırla başlasın. Ya bu dergiye bir amblem olsun, bir logo olsun, efendim ne bileyim bir standart kapaktır; kağıdına, baskısına hurufatına, puntosuna karar vermek lazım, boru mu bu? Değil tabii ki, ilmî risale. Derken bir hayli kafa yorduk. Ne de olsa çörek yüzünden yenir hesabı, illa ki kapağa titizlenip durduk. Ol sebepten nâşi Hocam efendim ilen başladık mı sana kağıtçı kağıtçı dolaşmaya. Neymiş efendim dergimizin kapağına alengirli kağıt bulacakmışız. Derken gidip en necis kalite kağıdı satın aldık ki çimento torbası yanında helva kağıdı sayılır. Bize dergimizin iki sayılık kapak kartonunu, fantezi kağıt adına kaskaslayan da Meşrutiyet Caddesi sonundaki Hakan Kağıtçılık değil mi? Şimdi ol dükkanın yerinde yeller esmede. Ya attığı kazıklar döndü bir tarafına battı ya da sermayesine kattığı ol kazıklar üstünde yükseldiği yer bu yer değildi de Ostim’e mi taşındı?

Dergi çıkaracağız ya, hayırlara vesile, o zamanın zihniyeti; “Makintosh’un olmadan nereye dergi çıkarıyon” diye bizi ikaz etti. Eskiden matbaası olanın bir de dergisi olurdu. Makineler boş bırakılmaz, en azından bir çeşit dergi basılırdı. Hatta bu meyanda; ‘Mevkuteye niyet eyleyen matbaasını yanında taşır’ diye çok eski bir darb-ı mesel de vardır. Sırf bu yüzden dergi çıkarmaya niyet eden de matbaa almaya kalkardı. Matbaacılar dergi, dergiciler de matbaa sahibi olur, biri birini sürükler götürürdü. Her ikisi birden aynı zamanda batmaz en azından biri elde kalırdı.

Cümlemizin elinde avucunda, yarın giderken yaptığımız iyilikler kalsın. ‘90’lı yılların Ankarasında da nice namlı dizgiciler ellerindeki Ay.Bi.eM dizgi makineleriyle kalakalmışlardı. İçlerinden ancak birkaçı Makintosh’a alışıp ekmeğine bakmış, diğerleri işsiz kalmıştı. Hele bir de ‘pikajör’ diye ulvi bir meslek erbabı vardı ki ellerindeki gratüvarlarla az sonra Babıali baskınını basacak sanırdın. Devir ol devirdi; tipo gebermişti, ofset matbaalar revaçtaydı, bu matbaaların her birinde birer büro, bu bürolarda da birer bilgisayar, demek hafif kaçtığından direk söyleyelim, Makintosh bulunurdu. ‘Matbaasız yayıncılık olmaz’ fikri gerilerde kalmıştı ama, şimdi fikir; ‘Makintosh’suz devran dönmez’den yanaydı. Hal böyle olunca biz de düştük mü Makintosh derdine. Takım taklavat tam olsun diye, şimdi ismini versem kaç müflis dergici hop oturup hop kalkacak, en iyisi mi ‘eski bir yayıncıdan’ deyip ortaya konuşalım da kimse gücenmesin, bir müstamel elden düşme Makintosh aldım ki gazyağı tenekesinden az biraz ufakça olup, fiyatı ile asla kıyas kabul etmezdi. Bir de o zamanın gözdesi, filmciye para kaptırmayan lazer yazıcı alıp takımı tamamlamak isteyince, eldeki mevcut sermayenin yarısı amortismana kaymış oldu. Kıta yükü erzak sandığı hacmindeki bu yazıcıyı aldığım arkadaş bana malını öyle metheyledi ki bunun bir makineden öte bacasız fabrika olduğuna kanaat getirdim. Oysa daha bir hafta önce bu fabrikadan son mamul olarak, iyice satışı geberen bu heveskâr arkadaşımın amatör edebiyat dergisinin son sayısı ve bir gün önce de bu derginin Maliye’ye kapanış dilekçesi çıkmıştı. Bilahare öğrendim ki bizim tahsin yazıcı, eski kaşalotlardanmış da biz de el değiştirdiği üçüncü dergici imişiz. Evvelce iki dergi batırıp bizde sükun eylemiş. İşte her şey şimdi tastamamdı, lakin bir atı ile üç nalı eksik.

Allah olmayana da bir kısmetli nal nasip eylesin. Oldu olacak bir de Kudret hocamla ortak ‘Kebîkeç Basın-Yayın-Dağıtım Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.’ şeklinde azametli bir namla şirket kurduk ki, bizim boğazımız çıktıktan başka, Türkiye çapında iş yapacak, elli seneye varmadan da çocuklarımıza devredeceğimiz dünyaya açılma potansiyeline sahip şirketimiz de hazırdı. Artık cepte kalan sermayenin dibi ile derginin ilk iki sayısını, peşi sıra da iki kitap basmak işten bile değildi. Nasıl olsa dergi tutar, kitaplar kapışılır; dönen para ile de yenisine bakar, çarkı döndürürdük. Daha önceki hayal kırıklıklarımızdan ibaret değerli tecrübelerimizi bir yana bırakırsak, çevremizde bize destekleyen, gaz veren, yol gösteren de az değildi. Gerçi bunlardan bir kısmı, devletin muslukları kapatması sonucu çıkamayan akademik dergiler yüzünden yazıları elinde patlayan üniversite hocaları idi ve yazdıklarını yayımlatacak bilimsel bir dergiye hasrettiler. Bunlar iyi gaz verir, ayarını ihmal etmezlerdi. Öbür yandan üniversitelerdeki boşluğu görüp bunu doldurmak niyetiyle yola çıkanlar ise, işte onlar bizim refik-i şefikimiz oldular. Bir boşluğa doğmamız icap ediyor, bir ihtiyaçtan kaynaklanmak şart görünüyordu. Maksat ‘sabahleyin erken kalkan bir dergi çıkarıyor’ dedirttirmemekti.

Nice sabah erken kalkanın kısmeti gür olsun. O halde, önce bu bahse konu boşluğu tespit etmek lazımdı. Kendimize benzeyen üç beş menendin ismini, mecburen şahsiyete kaçarak verecek olursam, bunlar dahi; Suavi Aydın, Metin Berge, Andreas Schachner, Etem Çoşkun, Mehmet Ölmez, Ömer Türkoğlu, Oktay Özel, M. Bülent Varlık idi. Birlik Pasajı hazresinde benim küçük sahaf dükkanı, 1995 yılının serin bir sonbahar gününde ilk Kebîkeç toplantısına tarih düşürürken; İttihat-Terakki’nin ‘Hatab Toplantıları’ndan (kimsenin gücüne gitmesin ya, hatab, odun manasınadır) çıkıp gelmiş bir ruh da o gün bizimle beraberdi. O gün orada ilkin mezkur boşluk tespit edildi; o halde dergi derhal çıkmalıydı, bir an evvel o kahrolası boşluğu doldurmalıydık. Bilimin belki de daha fazla beklemeye tahammülü yoktu. Ben derginin alt başlığının ‘Kitap Kültürü Dergisi’ fanfinfon gibi bir şeyler olacağını düşünmekte idim ve o misillü terkipler teklif etmiştim. Epeyce bir tartıştıktan sonra nihayet Metin Berge’nin teklif ve ısrarı olan ve hoş bir çeviri kokusu arzeden ‘İnsan Bilimleri İçin Kaynak Araştırmaları Dergisi’ ibaresinde karar kıldık. Böylece de derginin yelpazesini hayli açmış, cümle sosyal bilimlere teşmil etmiş olduk. ‘Niçün Çıkayoruz?’u da kaleme aldıktan sonra gidip Körfez Lokantası’na yıkıldık, bir zafer sarhoşluğu içinde geç vakit evlere dağıldık.

İlk sayıdan geriye şöylece hatırlamalar kaldı: Dergiye, aslında Kudret hocamın giriştiği her işe destek veren sevgili ablamız Bedia Hanım (Bedia Saraçoğlu, Kudret hocamın öz, benim de has ablamdır), küçük bir reklam karşılığı güzel bir para vermişti. Bu para, derginin bir sayısının matbaa masraflarını karşılayacak kadar bir meblağ idi. Derginin ilk sayısının arka kapak içinde ‘Kebîkeç Yayınları’na yayın hayatında başarılar dileriz’ diyen bu reklama Metin Berge arkadaşımız pek öfkelendi. Nasıl olur da piyasadan reklam alırdık, bilimsel bir dergiye reklam kabul etmek düpedüz ‘taviz’ demek, kapitalizme teslim olmak, şeytana ruhunu satmaktı. Prensipleri gereği derhal dergi yayın kurulundan ayrılacağını bildirdi ve yine Sanat Kitabevi’ndeki ikinci Hatab toplantısında oturduğu sandalyeden cümle ihvana arkasını vererek, yayın kurulundan ayrıldığını deklare etti. Metin Hoca’yı dergi yayın kurulundan selametledik ama dostluğumuza asla halel gelmedi, sanatının şaheseri yemekleri eşliğinde çok ‘simpozyumlar yedik’.

İlk sayının dosya konusu olan “Üretim Tarzı Tartışmaları’ bahsine Halil Berktay hocamız, ‘Sosyal Bilimlerde Bir Neslin Kendini Arayışı: Üretim Tarzı ve Azgelişmişlik Tartışmalarından Geriye Kalan” başlıklı bir makale göndermeyi vaadetmişti. Metin Berge’nin bütün çabasına rağmen bu yazı bir türlü gelmedi. Biz de “Halil Berktay’ın dergimiz baskıya girene kadar elimize ulaşmayan yazısını ikinci sayımızda yayımlamayı umuyoruz”, diye bir not koymuştuk. Ne ikinci ne de daha sonraki sayılarda bu yazı bir türlü gelmedi. Ancak yayın kurulumuz hiçbir zaman ümidini kaybetmedi, bir gün mutlaka bu yazı gelecekti ve ne pahasına olursa olsun yayınlamadan dergiyi kapatmayacaktık. Hâlâ bu fikirdeyiz ve dergimiz hâlâ çıkıyorsa biraz da bu inat yüzündendir.

Derginin ilk sayısı çıkıp da bu tuhaf ismi insanların merakına mucip olunca her bir taraftan sorular sökün etmeye başladı. Vay efendim bu Kebîkeç ne mânâya gelesiymiş? Her dergiyi eline alan adına takmaya başladı, benim de herkese açıklama yapmaktan çenem çekildi. Bütün yayın kurulundaki arkadaşlar da ona kezâ. Her sorana; ‘yok efendim, vırt demektir, yok efendim zırt demektir’ demekten başımızı alamadık. İlk sayıya girizgâh olarak bastığımız Hilmi Yavuz’un “Yâ Kebîkeç” yazısını merak edene okutturabilirsek iş bitiyor, bir daha soru gelmiyordu. Bir çok peşin hükümlü, derginin logosundaki Osmanlıca ‘Yâ Kebîkeç’e bakıp bizim İslamcı bir dergi olmaklığımıza hükmetmişti. Markalamayı seven sağcılar, solculuğumuza; reddiyesi çok gelişmiş solcular da sağcılığımıza karar vermişti. Bu muallak tezahür, az biraz işimize de yaramadı değil şöyle kim, dergimize bir kez şeşkaza abone olan Bakanlık (kastım, harsî işlerimizin bakıcısıdır), her iktidar değiştiğinde bu aboneliğini sürdürdü. Cümle iktidarlılar için nasıl olsa kendinden yana çekilecek bir yanımız vardı ve ben de doğrusu bunu hep kullanıyordum. Evet, idare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamazlardı, ama en azından elde maslahat idare edip gidebilirlerdi. Zaten derginin en büyük geliri ve yaşamasını sağlayan da bu, bakanlığın kütüphane abonelikleri olmuştu.

Yine Kebîkeç’in ilk sayısında o aralar yeni kaybettiğimiz Halil Erdoğan Cengiz ile ilgili bir nekroloji yazısı koymuş ve yakın arkadaşı Aydın Sami Güneyçal’ın rahmetli hocamızın ölümünden sonra bilgisayarından bulup çıkardığı son yazısını da dergimizde yayınlamıştık. Bu bizim için bir vefa borcu idi. Ancak gel gör ki bu yazı Hilmi Yavuz ile bir süredir devam eden polemik dalaşmasının bir parçasıydı. Laf aramızda Hilmi Bey’i de hayli hırpalıyordu. Derginin baş tarafına güzel bir yazısını koyduğumuz Hilmi Yavuz, ilerleyen sayfalarda acımasızca eleştiriliyordu. Dergi Hilmi Yavuz’un eline geçince bana telefon açıp bir saate yakın konuştu. Açtı ağzını yumdu gözünü, verdi veriştirdi. Haklıydı tabii. Ölülere cevap verilemezdi. En son top, Halil Erdoğan’ın ayağında kalmıştı, biz de ölümünden sonra yazısını basmakla, ölüye gol attırmış olduk. Sonuçta Hilmi Yavuz’un kırılan onurunu, Kudret hocam, ikinci sayıdaki Sunuş’unda tamire çalıştı.
Gel zaman git zaman, neler geldi neler geçti felekten, un elerken deve geçti elekten, az zaman tez zaman derken biz bu Kebîkeç hikayesinin faslına başlayalı beri on sene geçmiş. On sene dile kolay, kapı numarası mı bu? O gün doğan bebek olaydı koca tosun olur; tay olaydı ömrün yarıya iner; hatta ki enik gölbezi olaydı ömrün tamam ederdi. Peki dergi olunca ne oldu? Ne olacak, on senede esaslı külliyat oldu. 5.907 sayfayı tuttu, sırttan yan yana dizince yarım metreyi buldu. Eh şimden geri ister geç karşısına keyiflenerek bir kahve iç, ister 400 küsur makaleden işine geleni mütalaa et, bir semere tahsil edersen de bizleri unutma, hayırla yâdet.

Cümlemizin işi hayırla yêdilsin. Ben de bu hikayemizi burada nihayetlendireyim de tadı kaçmasın, kebîkecin tılısımı bozulmasın. Bakiyesini anlatmak, bir on sene sonra tekrar nasip olsun da kaldığım yerden devamla, karşınıza yarım metreyi bir metreye, 5.907 sayfayı 11.814 sayfaya çıkarmış olarak geleyim.
Ta en başından başlayarak bu derginin kağıdını yapana, hatta ki ağacını dikene; yazısını yazana, dizgisini dizene, tashihini yapana, matbaacısına, sırtında taşıyana; parasını verip satın alana, hediyesinin kıymetini bilene…

Şimdi adlarını zikretsem bilirim tevazuları incinir, şöyle genel geçer dokunayım; elbirliği gönül birliği içinde gayretli fedakarlıkları ile çıkan bu derginin yazı heyetinde yer alan sevgili arkadaşlarıma, beraber yola çıkıp yolda yoldaşları olduğum ahretliklerime, beraber üretenlere, biri birinden beslenenlere…

En kalbî minnetli teşekkürlerimle…

Temmet.

İşte en saltanatlı Kebîkeç toplantımız. İğdebeli de neresi?derseniz, Kızılırmak boyunda, Kesikköprü civarında değil mi? Bu kadar pehlivan ol vakit bol derin kuzu pirzolasını kemal-i afiyetle yemekle, daha bir iştahla dergi çıkarmaz mı? fi sene 2002
(Soldan sağa Oktay Özel, Kudret Emiroğlu, Suavi Aydın, Ahmet Yüksel,
Ergi D. Özsoy, Ömer Türkoğlu, M.Bülent Varlık)


Yorum bırakın